Afyon Kocatepe Üniversitesinin (AKÜ) kuruluşunun 30. yıl etkinlikleri kapsamında Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü ve Felsefe Kulübü tarafından “Cumhuriyet Dönemi’nde Türkiye’de Felsefenin Serencamı” konulu konferans düzenlendi.
Erdal Akar konferans salonunda gerçekleşen konferans Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mustafa Kaya’nın selamlama konuşması ile başladı. Konferansta Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Felsefe Bölüm Başkanı Prof. Dr. Mehmet Vural, “Cumhuriyet Dönemi’nde Türkiye’de Felsefenin Serencamı” konusunu anlattı. Felsefenin ‘bilgilik sevgisi’ olduğunu ifade eden Vural, “Bu sevgi teması başka bilimlerde yok, sadece bizim bilimimiz de var. Felsefenin tanımında sevgi olmasına rağmen felsefenin tek bir tanımı yok. Bu kadar eski olan bir disiplinde uzlaşı yaptığımız bir tanım söz konusu değildir” dedi. Tanzimat Döneminden sonra felsefenin üniversitelerde yer bulduğunu söyleyen Vural, “Tanzimat’tan sonra felsefe üniversite içerisinde kendisini bulmuş ve orada biraz daha ortaya çıkmış. Tanzimat’tan sonra bakışlarımız Batıya yöneliyor. Batı felsefesini biraz daha kendimize uyarlı hale getirmeye çalışıyoruz. Batıya giden öğrencilerimiz gittiği yerin felsefesini getiriyorlar. Burada Darülfünun felsefesi önemli. 1900’lü yıllardan sonra felsefenin yerleştiğini bölüm haline geldiğini görebiliyoruz” diye konuştu.
“Bugünde felsefe hala hak ettiği yerde değil”
İnsanların felsefeci olduğunu saklayıp, gizlediklerini söyleyen Vural, “Felsefe hala sapkınlık, dinsizlik, ateizmle özdeş görünen bir şey. İnsanlar felsefeci olduğunu saklar ve gizlerlerdi. Bu anlamda bizim büyüklerimiz Mehmet İzzet, Necati Öner ve Niyazi Berkes’in hatıralarını okuyunca; insanların felsefe okuduklarını saklamak durumunda kaldıklarını görüyoruz. Felsefeci olduğunu söylemekten imtina ediyorlardı. Bugün sanki biraz daha farklıyız. İlk zamanlarda felsefenin olumsuz bir intibası var. Necati Ömer hocamız der ki; ‘Ben Erzurum’a giderken en korktuğum konu sen ne okuyorsun sorusu olurdu? Felsefe dediğim zaman bir hücum başlardı.’ Bu bakımdan ülkemizde Osmanlı ve ilk Cumhuriyet Döneminde felsefenin intibası olumsuz. Bugünde ise felsefe hala hak ettiği yerde değil” ifadelerini kullandı.
“Türkiye’de felsefe hiçbir zaman tam olmadı”
Tanzimat sonrası felsefe için Darülfünunun çok önemli olduğunu kaydeden Vural, “Tanzimat sonrası, İslam dünyasının geri kaldığının farkına vardığı bir dönem. İslam dünyasının, açığının farkına vardığı, bir anda her alanda Batılılaşmak istediği bir döneme giriyoruz. Burada da felsefe nasibini alıyor. Bu anlamda Hilmi Ziya Ülken, Necati Ömer’e ‘biz felsefede yarımız’ diyor. ‘Bizden sonraki kuşak çeyrek olacak. Onun devamı tam olmaya yaklaşacak. Daha sonra tam olacak.’ Türkiye’de felsefe hiçbir zaman tam olmadı. Şu anda da tam olduğumuzu söyleyemeyiz. Tanzimat’tan sonra Türkiye’de felsefeye Mehmet İzzet, Orhan Sadettin ve Rıza Tevfik gibi isimler öncülük ediyor. Ahmet Mithat Efendi ise ilk dersi veren hocamız. Aslında Darülfünun kelimesi ‘fenlerevi’ anlamına geliyor. Medreseden kopuşu ifade ediyor. Darülfünun ismi Doğu dünyasında üniversiteye karşı kullanılan bir kavram olarak ortaya çıkıyor. 1933 yılında İstanbul Üniversitesi haline gelene kadar 4 defa açılıp, kapanıyor, isimler değiştiriliyor” diye konuştu.
Cumhuriyet Dönemi’nde felsefe alanında yapılan çalışmalar hakkında bilgiler veren Vural, şunları söyledi:
“Emrullah Efendinin yapmış olduğu felsefe çalışmaları takdire şayan. Birçok yabancı üniversiteye felsefe tahsili yapması için öğrenci gönderiyor. Orhan Sadettin ilk doktora yapan öğrencimiz. Onu Almanya’ya gönderiyor. Siyasetçi bir insan; Türkiye’de felsefenin gelişmesine kendi çabasıyla çok katkı sağlıyor. Tercümeler yaptırıyor. Onun bu çabaları Osmanlı’da çok önemli. Aslında aynı çabayı Maarif Bakanı Hasan Ali Yücel’de de görüyoruz. Hasan Ali Yücel’in doğu ve batı klasikleri ile felsefeye katkılarını biliyoruz. Liselerde ise Mehmet Emin Erişligil felsefe dersleri veriyor. O da İstanbul’da ilk defa felsefe dersi veren isim. Bu kişiler sayesinde felsefe, Türkiye’de Batı tarzında olmaya, yerleşmeye katkı sağlamaya başlıyor. Batı felsefesi, bize çok yabancı olan bir felsefe değil. Çünkü bizimde İslam felsefesi geleneğimizde terim ve kavramlar biraz fark etse de aynı geleneğin ürünleriyiz. İslam felsefesi de aslında Batı felsefesinin devamıdır. Bizim kaynaklarımız arasında da eski Yunan, Helenistik ve Roma felsefesi var. Aslında burada sorun acaba bu felsefeyi taşırken bizim dokumuza uyarlı hale getirebildik mi hususunun cevabıdır. Yoksa şu anda yaptığımız gibi aktarım mı yapıyoruz? İşte en büyük sorunlardan birisi bu. Bizim felsefe dünyasındaki eleştirimiz; bir gelenek oluşmamasıdır. Gelenek olmazsa bir canlılık olmaz.”
“İlk doktora eğitimi 1946 yılında”
Türkiye’de felsefe alanında ilk doktora eğitiminin 1946 yılında verildiğini kaydeden Vural, “Ondan önceki birçok kuşaktaki hocalarımız Batı’da doktoralarını yapıyor. Hatta birçoğunun doktorası yoktur. Hilmi Ziya Ülken’in doktorası yoktur. O yüzden sadece Profesör diyoruz. 1946 yılında İzmir’de bir felsefe hocası olan Ziya Somar var. Ziya Somar, Mehmet İzzet üzerine bir doktora tezi hazırlıyor. Ülkemizde ilk doktora da böyle yapılmış oluyor. Bu anlamda kök, zincir ve geleneği oluşturmak için ilk kuşağın büyük bir çabası olmuş. Fakat baktığımız zaman hala taklit etmekten ve o ithal felsefeyi ülkemize taşımaktan çok farklı bir şey yapmamış gibi gözüküyoruz” dedi.
Konferans, soru cevabın ardından Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Felsefe Bölüm Başkanı Prof. Dr. Mehmet Vural’a teşekkür belgesi takdimi ile sona erdi.