Afyon Kocatepe Üniversitesi (AKÜ) Öğrenci Kulüp ve Topluluklarının iş birliği ile “Kayıp Coğrafyanın İzinde: Doğu Türkistan Seyahatnamesi” temalı söyleşi düzenlendi.

Atatürk Kongre Merkezinde Yazar Taha Kılınç’ın konuk olduğu söyleşiye; AKÜ Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Murat Peker, İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mustafa Güler, Genel Sekreter Hasan Düzgün, Gençlik ve Spor İl Müdürü Nedim Aslan ile akademik, idari personel, öğrenci kulüp ve topluluk üyeleri ve öğrenciler katıldı.

“Öğrencilerimizin toplumsal katkı alanında da yetiştirilmesi bizim öncelikli alanlarımız”

Etkinliğin açış konuşmasını yapan AKÜ Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Murat Peker, üniversitelerin eğitim-öğretim, araştırma-geliştirme ve uluslararasılaşma gibi temel işlevlerinin yanı sıra toplumsal katkı misyonu kapsamında da önemli sorumluluklar üstlendiğini belirtti. Üniversite bünyesinde kayıtlı öğrencilerin yalnızca öğrenim gördükleri programın mesleki yeterlikleriyle sınırlı kalmadan, toplumsal katkı perspektifiyle de yetiştirilmesinin öncelikli hedefler arasında yer aldığını kaydeden Peker, bu çerçevede öğrenci kulüp ve topluluklarının öncülüğünde gerçekleştirilen farklı okuma etkinliklerini önemsediklerini belirtti. Peker, okuma faaliyetlerinin disiplin temelli bilgi edinmenin ötesine geçtiğini ve öğrencilerin bulundukları şehri, içinde yaşadıkları toplumu, Müslüman coğrafyasını, ülkemizin ve insanlığın geleceğini anlamaya yönelik çok boyutlu bir okuma yaklaşımının, eleştirel düşünme ve sorumluluk bilincinin gelişimine katkı sunduğunu belirtti. Peker, 2024 yılında İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarının ağırlaşması ve bölgede yaşanan insani kayıpların artması sürecinde, coğrafyayı daha yakından tanımak ve gelişmeleri çok boyutlu biçimde değerlendirebilmek amacıyla “Filistin Okumaları” başlığı altında bir okuma programı oluşturduklarını belirtti. Bu kapsamda Abid Yaşaroğlu’nun Yahudilik Tarihi ve Siyonizm, Abdullah Galip Bergusi’nin Yoldaki Mühendis, Yahya Sinvar’ın Diken ve Karanfil, Roger Garaudy’nin İsrail Sorunu ile Norman Finkelstein’ın Holokost Endüstrisi adlı eserlerinin programa dâhil edildiğini ifade eden Peker, öğrencilerin kitapları tamamlamasının ardından üniversite akademisyenlerinin rehberliğinde söyleşi düzenlendiğini ve eser tahlillerinin gerçekleştirildiğini söyledi.

2025 Yılı Okuma Kitapları

2025 yılı için üç kitabın belirlendiğini kaydeden Peker, okuma programının ilk eseri olarak “Kayıp Coğrafyanın İzinde: Doğu Türkistan Seyahatnamesi”nin seçildiğini aktardı. Programın ikinci kitabının Ahmet Murat’a ait “Taşı Taşırmak” olduğunu dile getiren Peker, bu eser kapsamında 22 Aralık 2025 Pazartesi günü saat 16.00’da yazarın konuk edileceği bir söyleşi gerçekleştirileceğini ve kitap tahlili yapılacağını bildirdi. 2025 yılının üçüncü eseri olarak belirlenen “Ya Tahammül Ya Sefer”in ise öğrenciler tarafından okunacağını belirten Peker, ardından İstanbul gezisi planlandığını ve yazar Mustafa Kutlu ile öğrencilerin bir araya getirilmesinin hedeflendiğini ifade etti. Peker, 2025 yılı okuma programına 220 öğrencinin katıldığını belirterek, öğrencileri gösterdikleri gayret dolayısıyla tebrik etti.

“En zor coğrafya, Doğu Türkistan”

Açış konuşmasının ardından Yazar Taha Kılınç’ın “Kayıp Coğrafyanın İzinde: Doğu Türkistan Seyahatnamesi” temalı söyleşisine geçildi. İslam dünyasında okumak, anlamak ve anlatmak açısından en zor coğrafyanın Doğu Türkistan olduğunu belirten Kılınç, “Bölgeyi gördükten sonra bu tespitin daha da netleştiğini ifade edebiliyorum. Doğu Türkistan’ı anlamanın ve aktarmanın neden zor olduğu konusunda ise dört temel sebep öne çıkıyor. Türkiye’de yaşayanların karşılaştığı bu dört handikap, Doğu Türkistan’ın doğru biçimde anlaşılmasının ve insanlara aktarılmasının önünde engel oluşturuyor” diye konuştu.

Doğu Türkistan’ı anlama ve aktarma konusundaki dört engel

Doğu Türkistan’ı anlama ve aktarma konusundaki dört engelden bahseden Kılınç, şunları söyledi:

“Bunlardan birincisi; coğrafyanın uzaklığıdır. Sınırlar dışarıya kapalı olduğu için erişmek mümkün değil. Dolayısıyla birinci sebebimiz, coğrafyanın uzaklığı ve dışarıya kapalılığı. İkinci sebep de şu: Malumunuz zaman zaman Çin devleti tarafından Doğu Türkistan’a Türkiye’den bazı kişiler götürülüyor. Bunlar bazen aktivistler oluyor, bazen akademisyenler oluyor, bazen YouTuber’lar, seyyahlar oluyor, bazen STK’lar, vakıf dernek temsilcileri oluyor farklı cenahlardan. Onlara bir cami ziyaret ettiriliyor. Oradan bir kebapçı, pilavcı, oradan şehirlerin meydanlarında insanların böyle dans ettiği belli seçilmiş alanlar onlara ziyaret ettiriliyor. O insanlar da daha sonra dönerek bize şöyle cümleleri kuruyorlar; ‘ben Doğu Türkistan’a gittim, hiç de öyle anlatıldığı gibi zulüm falan yok. Orada her şey güllük gülistanlık, insanlar çok mutlu, herkesin keyfi yerinde. Hatta o kadar mutlular ki herkes sokaklarda dans ediyordu.’ Sahaya inip dokunamıyorsun ve derken oradan size bir takım fotoğraflar ve videolar servis ediliyor. Dolayısıyla ikinci handikap; zorluk ve uzaklıkla birlikte sahadan özellikle hazırlanan bu tarz dezenformasyon amaçlı senaryolar, oradan gelen bilgiler. Üçüncü handikap ise bazen böyle sohbet ortamlarında, bazen sosyal medya mecralarında sizin mesela İslam coğrafyasının her yerine eşit bir şekilde hissiyatınız oluyor. Bir binanın tuğlaları gibi, bir vücudun organları gibi bütün Müslümanların yaşadığı her yere ilgi göstermeye çalışıyorsunuz. Doğu Türkistan’la da ilgileniyorsunuz, Myanmar’la da ilgileniyorsunuz, Arakan’la, coğrafyanın başka yerleriyle, Suriye ile ve başka yerlerle de ilgileniyorsunuz. Ama sonra birdenbire siz günün birinde mesela diyelim ki bir sosyal medya paylaşımında ya da sohbet ortamında Gazze’den, mesela Filistin’den, Kudüs’ten bahsettiğinizde birdenbire altına birileri gelip sizi sadece belli bir coğrafyanın acılarına duyarlı olmakla suçlayabiliyor. Halbuki ben bir Müslüman olarak coğrafyanın hepsini bir bütün olarak değerlendiriyorum ve coğrafyayı bir bütün olarak algılıyorum. Ama maalesef öyle bir coğrafya ki Doğu Türkistan, bir taraftan uzak, elimiz erişmiyor; bir taraftan dezenformasyonlarla sürekli kafalar karışıyor; bir taraftan da içeride burada birileri sizin gündeme getirme çabalarınızı böyle baltalıyor. Dördüncü bir sebep ise Doğu Türkistan’ı doğru bir şekilde anlamanın, aktarmanın ve anlatmanın önünde engel olarak şöyle bir bakış var; bizim buradan dünyaya bakarken, dışarıya bakarken Amerika diyor ‘Müslümanların lehine düşünür mü? İşte Filistin’in hali ortada.’ Ya da coğrafyanın başka yerleri. Ama aynı Amerika, aynı Batı, aynı İngiltere, aynı Batı basını, New York Times’dan BBC’sine kadar hepsi aynı zamanda Uygurları da dert ediniyor. Sürekli Doğu Türkistan, Doğu Türkistan ile ilgili manşetler, dosyalar yayınlanıyor. O zaman demek ki Doğu Türkistan meselesi sadece Batı’nın Çin’e vurmak için kullandığı bir kozdan ibaret. Dolayısıyla Doğu Türkistan’da zulüm yok şeklinde bir genellemeye ulaşılıyor. Ben buna çok rastlıyorum. Böyle İslami duyarlılığa sahip, ümmet hassasiyetine sahip birçok insanın mesela Doğu Türkistan meselesine bir türlü intikal edememesinin, Türkiye’de bir türlü konunun içine girememesinin benim gördüğüm kadarıyla dördüncü sebebi de Amerika’nın ve Batı’nın kendi siyasi hedefleri doğrultusunda oradaki acıyı istismar etmeleri. Düşünün öyle bir talihsiz bir durum ki; gerçek bir acı var, gerçek bir soykırım, bir dram var ki birazdan sizlere inşallah çoğunluğu kendi çektiğim fotoğraflardan oluşan bir seçki sunacağım, orada da göreceksiniz. Gerçekten sahada çok sahici bir acı yaşanıyor ama benim buradaki Müslüman kardeşim sadece bu meseleyi Amerikalılar, Batılılar diline doluyor diye mevzuyu sahiplenip kendisi gündem yapmak yerine kafasını, kulağını tamamen kapatıyor ve diyor ki ‘Amerika söylüyorsa yalandır’ Öyle bir talihsiz bir mesele maalesef Doğu Türkistan dosyası.”

Çin’in İslam dünyasına açıldığı kapı

Çin’in bütün Batı’ya doğru açılış noktasının Doğu Türkistan olduğunu belirten Kılınç, “Baktığınız zaman öyle bir coğrafya ki Doğu Türkistan; Moğolistan, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Afganistan, Pakistan, Hindistan şurada Tibet’i falan da koyduğumuzda Çin, öyle bir yerde ki, bir defa bulunduğu konum itibariyle sıra dışı. Çin’in İslam dünyasına açıldığı kapı. Bakın bütün bizim kadim şehirlerimiz, coğrafyamız buradan Buhara, Semerkant diye başlıyor, İstanbul’a kadar bütün akış, İpek Yolu’nun da güzergahı burası zaten. Çin’in bütün Batı’ya doğru, bize doğru açılış noktası Doğu Türkistan” diye konuştu.

“Çin, İslam’ın Doğu Türkistanlılara kattığı enerji ile mücadele ediyor”

Çin’in Uygurların tarihten getirdiği birikimle İslam’ın Doğu Türkistanlılara kattığı enerjinin ortaya çıkardığı güçle mücadele ettiğini kaydeden Kılınç, “Petrol, doğal gaz, uranyum, altın gibi yer altı kaynakları ile pamuk ve buğday gibi stratejik ürünler düşünüldüğünde, Çin’in vazgeçemeyeceği hemen her şeyin Doğu Türkistan’da toplandığı görülmektedir. Bölgede yaşayan 20 ila 30 milyon arasındaki Uygur Müslüman Türk’ün, tarihten taşıdığı şuur ve birikim ile İslam’ın kazandırdığı enerjinin birleşimi sonucu ortaya çıkan direniş ruhu da bu tabloya eklenince; Çin’in neyle mücadele ettiği, hem haritaya hem de bölge halkının karakterine bakılarak açıkça anlaşılmaktadır” dedi.

Çin’in uyguladığı “Aile Programı”

Doğu Türkistan’ın şehirlerinin kameralarla görüntü ve sesleri kaydettiğini ifade eden Kılınç, “Bütün kullandığınız programlar, yaptığınız konuşmalar hepsi zaten dijital ortamda kayıt altına alındığı için zaten sokaklarda hiçbir şekilde Çin’in gözetiminden kaçamıyorsunuz” diye konuştu. Çin’in Doğu Türkistan’da uyguladığı “Aile Olmak Programı”ndan bahseden Kılınç, şunları söyledi:

 “Tabii aile olmak deyince kulağa çok böyle güzel gelebilir. Ama maalesef ‘Aile Olmak’ şöyle bir program; dışarıdan Çin Komünist Partisi’nin görevlileri evinize gelip yerleşiyor. Bir hafta, on gün evinizde kalıyor. Sizin evinizdeki bütün adetler, gelenekler, görenekler, dini ibadetler, kılık kıyafetiniz, günlük yaşayışınız, rutinlerinizin hepsi raporlanıyor. O bir hafta on günün sonunda mesela diyorlar ki; ‘Bu aile tamam. Artık bizim sistemimize uygun. Tamamen asimile olmuş, her şeyinden vazgeçmiş.’ ‘Bu aile şüpheli, eğitime ihtiyaçları var’, ‘Bu aile radikal, bunların da hapsedilmesi lazım’ şeklinde bir sınıflamaya tabi tutuluyor. Son 10 yılda Doğu Türkistan’da en az 1 milyon Çinli görevlinin bölgede yaşayan Uygurların evlerine bu şekilde girip çıktığı resmi olarak kanıtlanmış durumda. Bu böyle bir komplo teorisi falan değil, doğrudan doğruya Çin bunu resmi olarak uyguladığını dünyaya zaten deklare etti, programın da bir adı var; ‘Aile Olmak Programı’.”

Camilerin yıkım süreci anlatıldı

Çin’in Doğu Türkistan’da ibadethaneler konusunda üç farklı uygulamasının olduğunu belirten Kılınç, “Birinci uygulamada; Çin yönetimi bazı camileri ibadete kapatmaktadır. Camiler bir süre ibadete kapalı tutulduktan sonra, ‘Bakın, burayı yıkmadık; ancak insanlar artık gelmiyor. O hâlde burayı başka bir amaçla kullanalım’ denilerek ikinci aşamaya geçilmektedir. Bu aşamada camiler alkollü restoran, bar, otel, polis karakolu veya kamu binası gibi yapılara dönüştürülmektedir. Üçüncü ve en ileri aşamada ise camiler tamamen yıkılarak ortadan kaldırılmaktadır. Son 10 yılda, özellikle 2012–2013’ten günümüze kadar Doğu Türkistan’da en az 10.000 caminin bu şekilde tamamen yıkıldığı, kayıtlar ve uydu görüntüleri sayesinde kesin olarak bilinmektedir” dedi.

Doğu Türkistan için üç görev

Doğu Türkistan için ümidin her zaman olduğunu ifade eden Kılınç, yapılması gereken 3 vazifeden bahsederek şunları söyledi:

“Birincisi, konuyu çok iyi kavramak zorundayız. Birileri önümüze bir video veya fotoğraf koyduğunda, ‘Bu imkânsız, bu bir tiyatronun parçası olamaz’ diyebilecek özgüvene ve sağlam bilgiye sahip olmamız gerekir. Doğu Türkistan, sislerin ardında, bulutların ötesinde, 6 bin kilometre uzakta hayal gibi beliren bir İslam diyarı değildir; aksine yaşananlar son derece gerçektir ve bunu açık bir şekilde bilmek birinci sorumluluğumuzdur. İkinci sorumluluk ise “Ben ne yapabilirim?” sorusunu sormayı asla bırakmamaktır. Konuyu konuşmak, gündeme taşımak, kendi içimizde gündem hâline getirmek önemli bir görevdir. Herkesin yaşına, konumuna ve imkânlarına göre mutlaka yapabileceği bir şey vardır. Bu görevi keşfetmeye çalışmak ikinci vazifedir. Üçüncü vazife ise Uygurlarla temas kurmaktır. Kitabım yayımlandıktan sonra yaklaşık 2–2,5 ay boyunca yurt içinde ve yurt dışında pek çok yerde konuşmalar yaptım. Üzülerek gördüm ki birçok Müslüman kardeşimiz hayatında hiç Uygur bir kişiyle karşılaşmamış, onlarla hiç oturup konuşmamış, yaşadıklarını dinlememiş. Oysa bizim anlattıklarımızın çok daha ötesini onlar bizzat yaşamış ve hâlâ yaşamaya devam etmektedirler. Ailelerinden haber alamayan, yakınlarıyla hiçbir şekilde irtibat kuramayan insanlar var. Bu nedenle, Uygurlarla yüz yüze gelip onların ne yaşadığını dinlemek de bizim için önemli bir görevdir.”

Söyleşi, kitap imza töreninin ardından sona erdi.

15 Aralık 2025, Pazartesi 55 kez görüntülendi