Afyon Kocatepe Üniversitesi (AKÜ) Sosyal Birlik ve Fikir Topluluğu tarafından “Geçmişten Geleceğe Gençlik” konferansı düzenlendi.

İbrahim Küçükkurt konferans salonunda gerçekleştirilen konferansa konuşmacı olarak Avukat, Yazar Hayati İnanç katıldı. Geçmişten Geleceğe Gençlik konulu konferans veren İnanç, Şeyh Galip’in muazzam bir Divan bıraktığını ifade etti. İnanç, “Şeyh Galip, medeniyetimizin en esaslı şahitlerinden biri olan göz kamaştırıcı Divan’ını bitirdiğinde 24 yaşındaydı. Hayatını bitirdiğinde 42 yaşındaydı. Bugün saçımızı başımızı döktüğümüz halde ulaşmadığımız Divan’ını 24 yaşında bitirmiş. 15 yaşında yazmaya başladığını tahmin ediyorum. Öyle olmasa yetişmez yoksa. 15 yaşında bu bilgi, bu birikim, bu kültür nereden ve nasıl tahsil edildi. Dünyada bunu öğrenmenin imkanı yok. Ben bunu ahirette kendisine soracağım. Şeyh Galip’in hayatı boyunca 2 dostu oldu. Biri Tekke’de Esrar Dede diğeri ise Sarayda III. Selim idi. Sultan III. Selim ile sırdaştı ” diye konuştu.

“Hz. Yusuf’un kıssasını bilmeyen aşka ağlayamaz”

Sevgi büyük olunca cilvesinin de büyük olduğunu, çok sevenlerin çok naz çektiğini söyleyen İnanç, “Hz. Yakup bir gün namaz kılarken göz ucuyla eşikteki oğlu Hz. Yusuf’a bakar gibi oldu. Baba ve oğlu peygamber. Hz. Yusuf’un güzelliği dillere destan hakkında buyuruldu ki güzellik, ikiye bölündü. Yarısı Hz. Yusuf’ta yarısı ise insanlara dağıtıldı. Görenlerin aklı başından gidiyordu ve onun babası namaz kılarken göz ucu ile baktı diye Cenab-ı Hak, Hz. Yusuf’u babasından ayırdı. Ağlaya ağlaya gözleri kör oldu. Ağladığı ev Hüzünler Evi diye edebiyatımıza girmiştir. Türk Edebiyatı klasik şiirimizi anlamak isteyen mutlaka Hz. Yusuf’un kıssasını bilmelidir. Bilmezse şiirimizi anlamaz. Hz. Yusuf’un kıssasını bilmeyen aşka ağlayamaz” dedi.

Türkçeye yerleşen yabancı kökenli kelimeleri kullanmaktan kaçındığını ve bunun için haklı sebepleri olduğunu ifade eden İnanç, 2005 yılında TRT’de konuk olduğu programla ilgili anekdotlar paylaştı. İnanç, şöyle konuştu:

“2005 yılında bir televizyon programına konuk oldum. İlk defa TRT’ye çıkıyorum, programın sunucusu hanımefendi hayli tecrübeli bir sunucuydu. Kurduğum bir cümlede ‘stres’ kelimesini pas geçtim, stres dememek için bir es verip başka bir şey söyledim. Ama tecrübeli sunucunun gözünden kaçmadı. Yeni kelimelere alerjim olup olmadığını sordu. Batı kökenli olduğu için, yeni olduğu için, modern olduğu için stres demediğimi dilaltından sordu. Ben de kendisine ‘Bu kelime bize geleli 40-50 sene bile olmamıştır. Peki, sizce bu kelime gelmeden önce konuşamıyor muyduk? Ağzımız laf yapmıyor muydu? Bu olumsuz ruh hallerini anlatan kelimemiz yok muydu? Çok şükür stres kelimesi geldi de artık konuşabiliyoruz mu dedik? 40-50 yıl önce mesela babalarımız ne diyordu? Gam diyorlardı onlar. Hasret, keder, ıstırap, efkâr, hüzün, tasa, elem gibi onlarca kelime söyleyebiliyoruz. Türkçede mevcut bu denli çok kelime varken, hepsinin es geçip, üstüne çarpı atıp yerine stres denilince… Siz beni strese mi sokmaya çalışıyorsunuz?’ diye cevap verdim. Çünkü ben Türkçe konuşuyorum. Aynısı ‘Onur’ kelimesi için de geçerli. Yine batıdan dilimize geldi, karşı çıkmıyorum ama neyin karşılığı olarak kullanıldığını hatırlatmak isterim. Gurur, kibir, şeref, haysiyet, izzet-i nefis, namus, iftihar… Bugün 7 farklı kelimenin yerine onur diyoruz. 7’si aynı anlama gelirmiş gibi. Öyle mi peki? Hayır, kesinlikle hayır. Katman farkları olduğu gibi zıtlık bile vardır anlamları arasında. Bu kadar farklı anlamları aynı kelimeye hapsettiğimizde ise sıkıntı çıkabiliyor. 7 kelimeyi gömüyorsun tarihe, ‘onur’ bana yeter diyorsun. Yetmez, hayatı solluyorsun. Yaşam belki anlamsız ama hayat manasız değil.”

Etkinlik, Hayati İnanç’a plaket takdiminin ardından sona erdi.

 

20 Şubat 2020, Perşembe 1290 kez görüntülendi