Afyon Kocatepe Üniversitesi (AKÜ) Rektörü Prof. Dr. Mehmet Karakaş, İstanbul Zeytinburnu Belediyesi Kültür Sanat Merkezince düzenlenen “Kent ve Mekân Konuşmaları” etkinliğinde tarihsel süreç içerisinde kent ve mekânın dönüşümünü ve modern kent yaşamını anlattı.

Etkinliğin sunuculuğunu yapan Doç. Dr. Murat Şentürk, kent ve mekân konuşmaları etkinlikleri bağlamında modern kent yaşamının farklı görünümlerini değerlendirmeyi hedeflediklerini kaydetti. Şentürk, “Özellikle gündelik yaşamdaki kentsel hayatın getirdiği problemlere odaklanan bir tarafımız var ama bunun dışında kentsel yaşamın farklı boyutlarını, farklı misafirlerimizle ele almaya çalışıyoruz” dedi.

AKÜ Rektörü Prof. Dr. Mehmet Karakaş, kent ve mekân alanında uzun süredir akademik çalışmalarda bulunduğunu belirterek, bu alanda lisans, yüksek lisans ve doktora düzeyinde dersler yürüttüğünü de ifade etti. Karakaş, doktora düzeyinde verdiği “Kent, Mekân ve Toplum” dersi kapsamında öğrencileriyle birlikte yapmış oldukları çalışmaların kitaplaştırıldığını belirterek, şunları söyledi:

“Kent, Mekân ve Toplum isimli doktora dersinde, son birkaç yılda nitelikli öğrenciler de yakalayınca yapmış olduğumuz çalışmaları konular itibariyle belli bir konseptte belirleyip, daha sonra da kitap haline getirme şeklinde projelendirdik. İlki “Kent Mekân ve Toplum/Mekân Sosyolojisine Giriş” ismiyle yayınladı. İkincisi “Mekânın Toplumsallığı” ana başlığında “Sosyomekânsal Sistemler Olarak Kent” alt başlığında yayına hazırlanıyor. Üçüncüsü de “Sosyomekânsal Bir Sistem Olarak Ev”, o da hazır. Onu da birkaç ay içerisinde yayına hazır hale getireceğiz. Böyle 3 farklı ürün çıktı. Dolayısıyla bu konuyla uzun süredir ilgileniyorum.”

“Geleneksel kent sürecinin çok uzun bir tarihsel serüveni var”

Karakaş, modern kent kavramlaştırmasını yapmak için “modern olmayan kent nedir”e de bakmak gerektiğini belirterek, kent tarihi çalışmalarında, genellikle kentlerin tarihsel anlamda belli bir dönemlendirmeye tabi tutularak açıklandığını kaydetti. Karakaş “Farklı ölçütler merkeze alınarak yapılan dönemlendirmeler var. Özellikle uygarlık tarihçilerinin daha fazla üzerinde durduğu dönemlendirme, ki sosyologlar da aslında buna sahip çıkıyorlar. Sanayi öncesi kent ve sanayi kenti şeklinde daha sonra buna bir de sanayi sonrası kent eklemesi yapıldı” dedi. Karakaş kent kavramına ilişkin tarihsel sürece dair şu bilgileri paylaştı:

“Modern kent kavramlaştırmasının özellikle sosyoloji literatüre girmesinin nedeni; kent üzerinde modernliğin etkili olması, modernite paradigmasının kent yaşamında alt üst edici, tamamen değiştiren bir etki yaratmış olmasıdır. Bu etki nedir ona bakmak lazım. Modern olmayan kent dediğimiz şey aslında geleneksel kent, klasik kent de deniyor. Modern öncesi kent, sanayi öncesi kent gibi çok farklı isimlendirmeler yapılıyor. Ama geleneksel kent isimlendirmesi bana daha yatkın geliyor. Dolayısıyla kent işin merkezinde olan bir kavramsallaştırma. Burada bir süreklilik var. Nasıl bir dönemlendirme yaparsak yapalım burada bir süreklilik var. Bu sürekliliğin altını çizmemiz lazım. Çünkü modern Avrupa tarihçileri, özellikle de tarih felsefecileri, Avrupa Merkezci bakıştan meseleleri yorumladıkları için tarihsel dönemlendirmeleri kısıtlı bir çerçevede ele alıyorlar. Tarih neredeyse Batı ile başlamış gibi bir anlayışa sahipler ve kent konusunda da benzer bir yaklaşım içerisindeler. Bu yüzden geleneksel kent ya da sanayi öncesi kent dendiği zaman tek bir çerçevenin içerisine dâhil ediliyor. Oysa geleneksel kent sürecinin çok uzun bir tarihsel serüveni var, hikâyesi var ve modern kente taşınan çok ciddi bir müktesebat, birikim söz konusu. Dolayısıyla bunları elimizin tersi ile itemeyiz veya aynı torbaya doldurup hepsi aynıdır diyemeyiz.

“Kent kavramı 12 milenyumluk geçmişe sahip”

Kentin tarihsel serüveninin yapılan yeni arkeolojik çalışmalarla bilinenden daha geriye gittiğinin tespit edildiğini anlatan Karakaş, şunları söyledi:

“Kentin tarihsel serüveni açıklanırken arkeolojik bulgulara göre M.Ö. 5 bininci yüzyıl deniliyordu. Sonra 12 bininci yüzyıl tarihlendirmesi yapıldı, daha ne söylenecek onu yeni bulgularla göreceğiz. Bu dönemlendirme ve kentin tarihine bakışta bütünselliği yakalama anlamında bir farkındalık yaratma açısından bunun altını çizmek istedim. Kısıtlı tarihsellikle meseleye baktığımızda kendimizi tarihte bir yere konumlandıramıyoruz. Çünkü kentin tarihsel serüveni anlatılırken kent Antik Dönemle başlatılıyor, Orta Çağ kentleri, Modern kentler şeklinde bir sınıflandırma yapılıyor. Antik dönem öncesinde Doğu’da ciddi anlamda kentsel gelişmeler var. Bunları bir anlamda yok saymış oluyoruz. Ya da tek bir torba içerisinde değerlendirmiş oluyoruz. Oysa biz şunu biliyoruz ki, kentteki bütün gelişmeler, çatışmalar, gerilimler ve bunların yaratmış olduğu bütün ürünler ve bunların gizemi kentin tarihinin bütünselliğinde saklıdır. Bu bütünselliği yakaladığımızda hem kendimizi hem de diğerlerini doğru bir yere konumlandırabiliyoruz. Böylece geleceğe ilişkin daha tutarlı tahayyüller geliştirme imkânı yakalayabiliyoruz.”

“Modern kentlerde sarayın ve tapınağın yerini fabrika alıyor”

Modern kentin fiziksel yapısında önemli ölçüde değişimlerin yaşandığına dikkat çeken Karakaş, “Modern kent dediğimizde alt üst edici gelişmelerin yaşandığı kent mekânlarından söz ediyoruz. Kentin fiziksel yapısında ciddi anlamda değişim oldu. Örneğin geleneksel kent yapısının merkezinde mabet, saray ve pazar gibi etkileşim alanları yer alırken, bundan sonra kentler, fabrika üretimi ve bu üretim düzeninin işlemesini sağlayan örgütlenme biçimleri tarafından şekillenmeye başladılar. Modern kente alt üst olma dediğimiz olguyu belki de en somut bir şekilde ifade edecek olan bu değişimdir” diye konuştu. Karakaş şöyle devam etti:

“Modern kentte varolan yenilik sadece fabrika değil, bununla birlikte fabrikanın örgütlemiş olduğu yaşam tarzı da geliyor. Modern kentin daha kapsamlı bir değişim olduğunu ifade eden şey de bu aslında. Çünkü modern kent dediğimizde, modernliğin temel parametreleri olan akılcılık, bilimsellik, teknolojik temelli olması, idari örgütlenme etkinliğinin bulunması gibi hususlarla birlikte bir toplumsal yaşam örgütleniyor. Bu toplumsal yaşamın örgütlenmesinin merkezinde de fabrika bulunuyor. Fabrika, bir üretim biçimi değişikliği aslında; kol gücünden makine gücüne geçişi ifade ediyor. Seri üretim tarzına geçiliyor. Bu yeni bir yaşam tarzını da beraberinde getiriyor. Kenti yeniden örgütlüyor. Kadının rolü, çalışma hayatı değişiyor. Sınıflarda, statülerde değişiklikler yaşanıyor. Dini yaşamda, kentin büyüklüğünde ciddi bir değişim gözleniyor. En önemlisi kentte yüksek bir hareketlilik yaşanmaya başlıyor. Bir cazibe merkezine dönüşen kent, etrafındaki kırsalı kendisine çekiyor. Dolayısıyla göç dediğimiz olgu beraberinde geliyor. Netice olarak fabrikanın etkinliğinin kenti cazibe merkezi haline getirmesi ile birlikte kent yaşam alanları genişliyor, kırsal yaşam alanları gittikçe daralıyor.”

“Türkiye’de kır-kent nüfus oranları değişti”

Karakaş, 2000’li yıllarla birlikte kentsel nüfusun kırsal nüfusa oranla artış gösterdiğini kaydederek, “2000’li yıllara gelindiğinde bütün dünya üzerinden yapılan hesaplamada dünya nüfusunun yüzde ellisinden fazlasının kentlerde yaşadıklarını görüyoruz. Türkiye’de ise şu anda yüzde 85’lerde, Cumhuriyet kurulduğunda bu oran tam tersi idi. Nüfusun yüzde 80’i kırsalda yüzde 20’si ise şehirlerde yaşıyordu. Şu an yüzde 85 civarında kentte yaşıyoruz. Dünya ortalamasının çok üzerinde bir durum aslında bu. Tabi Avrupa’da da benzer bir oran var, kırsal alanlar ciddi anlamda daralıyor. Alt üst olma dediğimiz hikâye bu. Kentte yeni bir yaşam tarzı örgütleniyor. Bu yaşam tarzına bağlı olarak birey, birey yaşamı, cinsiyet rolleri, çalışma hayatı, dini yaşam, statü değişmeleri ve örgütlülük hali gibi birçok husus yeniden tanımlanmak durumunda kalınıyor. Yeni bir kentsel yaşam ortaya çıkıyor ki, sosyologlar da kentlerdeki bu büyük ölçekli değişimleri gördükleri için buraya, bu değişimi anlamaya ve açıklamaya odaklanıyorlar” ifadelerini kullandı.

Karakaş, modern kent yaşamının, karşılaşma ve temaslarla yabancıların ve bilinmeyenlerin meydan okumalarıyla donatılmış bir yaşam olduğunu; yani modern kentin, psikolojik şokların ve sürprizlerin yaşandığı, bir çeşit “baş döndürme makinesi” olarak da tanımlanabilecek bir yer olduğunu da sözlerine ekledi.

Mekân kavramının sosyologların ilgisini daha geç zamanlarda çektiğini belirten Karakaş, “Mekân meselesi sosyologların daha geç zamanda ilgisini çekiyor. Aslında sosyologların başta ilgisini çeken zamana bağlı olarak kentsel sistem ve kentsellik. Kentsellikteki o büyük değişim ve dönüşüm. Değişim ve dönüşümdeki mekânın rolü ıskalanıyor ve geç bir evrede sosyologların gündemine girebiliyor” dedi.

Sosyoloji bilimi kenti, daima önemli bir konu olarak gördü

“Sosyologlar kent konusu başlangıçtan itibaren önemsemişlerdir. Kurucu sosyologlar, uygarlık tarihçileri, Chicago Okulu, Neo-Marksistler, postmodern ve kürsel perspektiften meseleleri değerlendiren sosyologlar kenti farklı içimlerde araştırma konusu yaparak açıklama ve kuramsal yaklaşımlar geliştirmişlerdir. Kurucu sosyologların hiçbiri kenti, kuramlarının bir öznesi olarak görmediler. Onlar, kır-kent zıtlığı temelinde kenti, toplum kuramlarının açıklayıcı bir aracı olarak değerlendirdiler. Mesela Marx’ı ele aldığımızda; Marx, kır-kent zıtlığına inanan birisi. Bu anlamda Marx, kır-kent zıtlığı içerisinde kenti, sınıf bilinci açısından önemli görmüş ve kırsal yaşamı aptalca bir yaşama biçimi olarak değerlendirmiştir. Dolayısıyla kır-kent zıtlığı içerisinde kenti sınıf bilincinin yeşereceği, ortaya çıkacağı alan olarak görüyor. Çünkü çatışmanın ancak kentte olacağını düşünüyor. Kentte bir tarafta işçi sınıfı, diğer tarafta burjuva var; çatışma ve sonucunda da sınıf bilinci kentlerde meydana gelecek. Durkheim, Comte ve Weber gibi kurucu sosyologlar da kenti Marx gibi toplum kuramlarının açıklayıcı aracı olarak görmüşler, dolayısıyla kent sosyolojik bir kuramın ana konusu olamamıştır. Chicago Okulu ile birlikte kent sosyolojik bir kuramın öznesi ve ana konusu olmaya başlamıştır ve kente ilişkin araştırmalar oldukça ayrıntılı olarak yapılmaya devam etmektedir.”

Mekanın toplumsallığı

İkinci Dünya Savaşından sonra meydana gelen gelişmeler çerçevesinde “mekân” konusunun sosyolojik araştırmalarda da yer almaya başladığını ifade eden Karakaş, şunları belirtti:

“İkinci Dünya Savaşından sonra devrimsel nitelikli değişimler yaşanmaya başladı. Mekanik teknolojiden elektronik teknolojiye geçiş, buna bağlı olarak ‘fordist’ üretimden ‘postfordist’ üretime geçiş. Sosyal bilimlerde post-modern, post-yapısalcılık gibi yeni söylemlerin ortaya çıkması, yine siyasal sistemlerde yeni arayışların beraberinde gelmesi, demokrasiye ilişkin yeni yaklaşımlar, hukukun üstünlüğü, insan hakları söylemleri gibi yeni yaklaşımlarla birlikte yeni dünya düzeni dediğimiz bir durum ortaya çıktı. Bu süreç içerisinde tabi daha önceden başlayan Ortodoks Marksizime yönelik eleştiriler getiren Neo Marksist düşünür ve sosyologlar, söylemlerini daha çok kent üzerinde yoğunlaştırdılar. Kent-siyaset ilişkisi üzerine kurulan teoriler kapsında mekân ve ilişkili konular gündeme taşındı. Özellikle Henri Lefebvre, Manuel Castells, David Harvey gibi isimler, mekân meselesini sosyolojinin ıskaladığını iddia ederek, zaman tahayyülünün yanına bir de “coğrafi tahayyül” eklenmesi gerektiğini ileri sürdüler. Böylece mekânı sosyolojinin gündemine etkin bir şekilde getirdiler ve kent mekânında yeni toplumsal hareketliliklerle, yeni örgütlenmelerle birlikte devrimin gerçekleştirilme biçiminin bu yeni şartlarda yeniden düşünülmesi gerektiği yönündeki iddialarıyla ve bunun mekânsal boyutta nasıl gerçekleşeceğine ilişkin açıklamalarıyla birlikte Neo Marksistler, kent sosyolojisine bir mekân başlığı açmış oldular.”

Mekânın toplumsallığı meselesinin 1950’lerden sonra gündeme gelen mekân kavramsallaştırması ile doğrudan ilişkili olduğuna işaret eden Karakaş, modern kentin planlamasına ve tasarımlarına ilişkin arayışlara bakıldığında mekânsallıkla toplumsallık arasındaki ilişkiyi tanzim etme arayışının bir sonucu olduğunu vurguladı. Karakaş şunları ifade etti:

“Modern kent arayışına diğer Avrupa kentlerine de zaman içerisinde örneklik teşkil eden Paris’i örnek verebiliriz. Vali Eugène Haussmann dönemin ünlü mimarı Le Corbusier’i çağırıp, Paris’le ilgili yeni bir tasarım, planlama talep ettiğinde Le Corbusier, birbirini kesen çizgiler ve dik açılardan oluşan bir kent planı sundu; bu kent planı, hem mekânsal hem de toplumsal bir dizayn aslında. Izgara kent modeli olarak da adlandırılan bu tasarı, Paris’te gerçekleştiriliyor ve daha sonra Avrupa’nın diğer kentlerine işlevsel kent olarak yaygınlaşıyor. İnsan doğasını zorlayan bir tarafının da olduğu görülünce işlevsel kentlere alternatif olarak güzel kent, bahçe kent, pratik kent ve etkin kent modeli gibi özellikle İngiltere’de yeni arayışların yine modern kent çerçevesinde yapıldığını görüyoruz. Burada da hem bahçe kentte hem güzel kent arayışlarında mekânsallık ve toplumsallık alanında bir ilişki olduğunu ve bu ilişkiyi tanzim etme arayışı olduğunu görüyoruz. Her ne kadar mekânın toplumsallığı şeklinde isimlendirilmemiş olsa da, biz bu isimlendirmeyi Neo Marksitlerin mekân meselesini sosyolojiye, siyaset bilimine ve diğer sosyal bilimlere taşımalarıyla birlikte görmeye başlıyoruz. Ama tarihsel olarak kentin başlangıcından günümüze kadar gelen serüvenine baktığımızda aslında mekânın toplumsallığı hikâyesinin hep var olduğunu da görüyoruz.”

“Kent hayatının tanziminde iktidar etkili”

Kent hayatının tanziminde, kentin planlanması ve tasarlanmasında tek tasarruf sahibinin mühendis ve mimarlar olmadığını ifade eden Karakaş, şöyle dedi:

“Kent tasarımında iktidar, zaten çok etkin bir şekilde tasarruf sahibi. Çünkü kente ilişkin makro planlamalar yapan iktidardır. Kenti dizayn eden başka aktörler de var. Müteahhitler, mühendisler, mimarlar, ekonomistler, sosyologlar, avukatlar, kent ve çevre planlamacıları, kentsel tasarımcılar, özel iş ve meslek sahipleri, iş adamları, ev-arsa sahipleri ve daha pek çok aktör sorumluluk almaktadır. Modern kent, aynı zamanda ulus devletin kent modeli olmasından dolayı çok güçlü bir söylemdir. İktidar, merkezi bir yerde durduğu için hem burjuvaların hem de iktidarın çıkarlarını koruyan ve gücünü tahkim eden bir söylemle şekillendiği için tasarlanması çok güçlü. Dolayısıyla bireyin buna müdahale etme şansı çok fazla yok. Zaten modern kent tasarımı içerisinde devasa yapılar gerçekleşiyor. Birey, bu devasa yapılar arasında kendini zavallı hissediyor. Bu şekilde inşa edilen modern kentin toplumsal atmosferinde birey, bir taraftan özgürmüş gibi bir his yaşarken öbür taraftan da yalnızlaşan, yabancılaşan bir ruh halini de yaşıyor. Bir kişilik parçalanması gerçekleşiyor. Dolayısıyla bu parçalanmış kişiliğin buna karşı koyma ihtimali çok fazla yok. Bu yüzden postmodern kent söyleminde modern kent tasarımı eleştirilirken bireyin yok sayıldığı ve bireyin doğasına hücum edildiği yönünde bir temel eleştiri getiriliyor. Bu yüzden “insaniliğe dönüş” söylemi üzerinden hareket ediliyor.”

“Kentte her şey, her şeyi etkiler”

Karakaş, “geleneksel kent, modern kent ya da postmodern kentin” hepsinin farklı farklı tecrübeler olduğunu dile getirerek, şu tespitleri paylaştı:

“Şöyle bir söz var; kentte her şey, her şeyi etkiler. Bu da doğru bir tanımlamadır. Ne kadar standart koyarsanız koyun, tanımlama, sınırlama yaparsanız yapın bir de toplumsal hayatın işleyiş doğası var, bu doğayı tamamen değiştiremiyorsunuz. Dolayısıyla kentte her şey, her şeyi etkiler diyoruz. O yüzden her şey, her şeyi etkilerken bir bunalıma, bir çıkmaza, kuralsızlığa, dayatmaya götürmeden dengesini bulacak bir ara yol formülüne ihtiyacımız var. 19. ve 20. yüzyıl kentleri, özellikle de 20. yüzyıl kentleri, tam anlamıyla bir kentleşme hikâyesi yazdı. 21. yüzyıl ise kelimenin tam anlamıyla kentlerin yüzyılı olacaktır. Kentleşmede kır da var. Kentleşmeyi sağlayan temel dinamik, kırdan kente gelen göçler, göçlerin kentte yaratmış olduğu değişime bağlı olarak kentleşme dediğimiz süreç gerçekleşti. 21. yüzyıl ise tam anlamıyla kentin yüzyılı olacak; kırsal alanlar gittikçe daralacak, kentsel alan ve yaşam daha hızlı bir şekilde gelişecek. Tabi bu süreçte 21. yüzyılın kent hayatına yoğun bir şekilde etki eden gelişmeler var. O dengeyi bu gelişmelerle nasıl kuracağız, biraz bunun peşinden koşmamız gerekiyor. Zaman-mekân hikâyesini neredeyse tamamen ortadan kaldıran, bilişim altyapılı ulaşım ve iletişim teknolojisinde meydana gelen o baş döndürücü gelişmeler, kent yaşamında oldukça farklı kulvarlar ve alanlar açmaya başladı. Bu yeni açılan alan ve kulvarlarda yeni toplumsallık biçimleri üretilmeye başlandı. Dolayısıyla bu 21. Yüzyıl, kentin yüzyılı olacak diye bir önerme de bulunuyoruz ama bunun nasıl olacağına dair uzun süreli öngörü yapmak o kadar kolay değil. Çünkü değişim dinamiği çok hızlandı.”

Çözüm, insan doğasına/fıtratına uygun kentsellik ve kent mekânı oluşturmak,

Karakaş, kentselliğin insan doğasını zorlayan, yorucu bir yaşam olmasının yanı sıra paradoksal bir tarafının olduğuna da dikkat çeken çekerek özetle şu bilgileri paylaştı:

“Kentsellik, gerçekten insan doğasını zorlayan, yorucu bir yaşam ama insanoğlunun tarihsel serüvenine bakıldığında gelişme, ilerleme, insanın tekâmülü anlamında kentin çok önemli bir yer teşkil ettiğini görüyoruz. Farklı toplumlardaki kent kavramının anlamlarını incelediğimizde medenileşme, yurttaş olma, uygarlaşma gibi anlamları içerdiğini görüyoruz. Kentlerin ortaya çıkışı ile medeniyetlerin ortaya çıkışını da eş değer tanımlıyoruz. Dolayısıyla insanın aklıyla yaşamını kolaylaştırma, yaşamdaki refahını arttırma ve kurmuş olduğu toplumsal düzenlerle üretmiş olduğu felsefeyle ve edebiyatla bütün müktesebatıyla kentte bir var olma hikâyesi yazdığını görüyoruz. Dolayısıyla var olma hikâyesini yazdığı yerden vazgeçmesi mümkün değil. Kent tarihinin farklı hikâyeleri, tecrübeleri var. Bu tecrübelerin oluşma biçimine ve oluşturulma biçimine bağlı olarak da insanı ve onun yaşamını zorlaştırıcı birikimi de beraberinde getirdiğini görüyoruz. Paradoksal bir durum söz konusu. Bir taraftan var olma hikâyesini yazdığı yer, ama öbür taraftan da yaşamakta zorlandığı ve ‘gelecek ne olacak acaba, nasıl bir kentsellik olacak, bizi tamamen içinde yutacak mı, yok mu edecek, canavara mı dönüşecek, bir leviathan mı ortaya çıkacak’ şeklinde bazı kaygılarımızın da odaklandığı yer. Böyle bir paradoksal durum söz konusu. Ama biz bu paradoksal durum içerisinde yine kendimizi, kendimsizleştirme diye ifade edebileceğim ve o kent yaşamının içerisinde oldukça farklı algılamalar, duyumsamalar üzerinden yine kendini orada var etme motivasyonuyla oraya tutunma, bağlanma ve bağımlı olma gibi bir atmosfer yaratarak kentte yaşamaya devam edeceğiz. İnsanoğlu yeni durumlar karşısında pozisyon alıyor. Kendini çok zorlayan bir şey varsa ona eleştiri getiriyor. O eleştiri üzerinden yeni bir toplumsal vasat oluşturuyor. O vasatla yaşamını bir süre sürdürüyor. Onun üzerine inşa edilen yeni bir toplumsal durum ortaya çıktığında aynı mekanizma tekrar devreye giriyor. Kendimizi tekrar tekrar sosyalleştirecek bir mekanizmaya kilitlemiş oluyoruz. Dolayısıyla bu deveran devam edecektir diye düşünüyorum.”

Karakaş şunları kaydetti:

“Modern, postmodern ve küresel bakış açılarının mekâna olan nobran ve hoyrat müdahalesi, mekânların kazandığı ruhi melekeleri bedeninden boşaltarak anlam dünyasını bulanıklaştırırken ve mekânda kendi varoluş gayesini gerçekleştirme arayışı içerisinde olan insanı da mekansızlaştırarak büyük bunalımlara sürüklemektedir. Modern kent tasarımı, nasıl ki tek biçimci, dayatmacı ve insan doğasını zorlayan yapısıyla terk edilmesi gerektiği iddia edilen bir paradigmayı temsil ediyorsa, postmodern kent tasarımı da sınırsızlığı, cümbüşü, kuralsızlığı dayatarak toplumsal yaşamın doğasını zorlayan yapısıyla insan fıtratına aykırılığı ifade etmektedir. Gerekli olan ise modernizmin ve postmodernizmin insan doğasını zorlayan iki uç kurgusunun sefaletini tersyüz edecek, bireyin mekândaki çok boyutlu varoluşunu salınımlı hale getirecek ve vasat toplum tasavvurunu üzerinde gerçekleştirecek mekânı ve toplumsallığı yeniden tahayyül etmektir.”

Söyleşi, katılımcıların sorularının AKÜ Rektörü Prof. Dr. Mehmet Karakaş tarafından cevaplanması ile sona erdi.

Etkinliğin tümünü izlemek için lütfen tıklayınız…

31 Aralık 2021, Cuma 585 kez görüntülendi